Potansiyel meselesi kafamı çok kurcalıyor. Dönüp dolaşıp bunun üzerinde düşünürken buluyorum kendimi. Geçtiğimiz pazar günü Pınar Sabancı’nın Acar Baltaş’ı konuk ettiği programı dinlemem ile zihnimde yeniden belirivermişti ki Sahra Hazal Kaleli’nin "ben, büyük bir hayal kırıklığıyım" postu bir kere daha sorgulamama neden oldu.
Pınar Sabancı’nın “İnsan parlayacağı alanı nasıl bulur? Özellikle iyi olduğu alanı nasıl keşfeder?” sorusunu şöyle cevaplıyor Acar Baltaş:
Bunun çok karmaşık bir yolu yok.
Birincisi bir kere o alanla ilgilenirken zaman akar gider, insan yorulmaz. Yorulsa da çok kısa dinlenir ve geri döner.
İkincisi çevresindeki insanlar da fark eder ve “sen, bunda iyisin” der. Mesele anne-babanın değil çevredekilerin de onu öyle görmesi.
Üçüncüsü teşvik edilmese de ortaya çıkar. Teşvik edilirse daha da parlar ama teşvik edilmese de ortaya çıkar. Onun için günün birinde ilham gelecek ve ben büyük bir keşif yapacağım, böyle bir şey söz konusu değil. Mutlaka uzun yıllar, çocukluktan beri üst üste konulan bir şeyler lazım. Bakın bugün bütün parlayan insanlara hepsi çocukluklarından başlayarak o konuda işaretler vermiş olan insanlardır.
Sahiden bu kadar aşikar mıdır? Apaçık gözümüzün önünde duruyor ve de gözlerimizi kendimize kapatıyor olabilir miyiz? Siz katılıyor musunuz Acar Baltaş’a? Şimdi biraz düşünelim. Komedyenleri ele alalım mesela. Birçok komedyenin küçükken etraflarındaki insanları güldürmeyi sevdiğini dinlemiştim. Gerçekten de “hakkaten komik bu çocuk” dedikleri tipler. Ya da eline aldığı her şeyi mikrofon yerine koyup şarkı söyleyenler, ritim tutanlar, muhteşem derecede müzik aleti çalanlar…Bir şekilde hayatı müziktir işte. Renklerle arası çok iyidir, her şeyi resmedebilir, duygularını tuvale döker, renklerle, desenlerle dans eder. Peki ya kelimelerle dans edenler? Bellidir işte. Biri vardır yapar, bozar, çözer, dener mühendis kafası vardır. Konuşmayı seviyordur, iletişimi çok iyidir, çok iyi anlatır, ayaklı iletişimcidir adeta. Birisi de vardır kafası zehir, öyle sorular sorar ki insanlar çekinir aman yine soru soracak, ne cevap vereceğiz şimdi diye, merak eder, araştırır, öğrenir, sorgular. Ee peki ya diğerleri? Bu kadar aşikar olmayanlar? Hani hep uçlarda olmak zordur ya bir şeyde şu an farklı bir yerden bakmak istedim. Her şeyde denge ararız, dengelisi iyi deriz. Doğum haritasına bağlasak olayı elementlerin dengeli olması tercih edilir. Fakat bir dengesizlik çok büyük bir potansiyeli de barındırır içinde. Bildiğimiz, dahi diye adlandırdığım herkes zaten a-normal değil mi? Peki ya dengesizsek? Niye öyle gelmişsizdir ki dünyaya? Belki çok ruhsal bunalımları olan, insanlarla hiç iletişim kuramayan biri vardır ama dünyaca ünlü ressam olmuştur. Belki yine öyle başka biri insanlarla ve dünyayla teması zayıf, hayatla gerçek bir bağ kuramıyor diye hayal dünyasında yaşıyordur. Ve o hayal dünyası muhteşem fantastik kitapların yazarı yapar onu. Burada aklıma J.K. Rowling geldi. Googlecum bana istediğim derinlikteki bilgileri verememiş olsa da chat gptye sorduğumda içe dönük birisi olduğu için hayal dünyasına çok zaman ayırdığını söyledi. Yazma tutkusu küçüklüğünde de biliniyornuş ve 6 yaşında “tavşan” isimli öyküsünü yazmış da zaten. Ama gerçekten bu kadarını kim tahmin edebilirdi ki? Beni Rowling’e bağlayalım lütfen.
Bir de şu noktaya değinelim. Elbette ki hayatın içerisinde uç noktalarda olmak zordur ama iyi olduğu yer o kadar bellidir ki sanki dünyaya gelme amacı çok aşikardır. Yani onu öyle araması sorması sorgulaması gerekmez. Ya da öyle sanıyorum. Zaten gözümüzün önündeydi değil mi? Ee madem bu kadar gözümüzün önünde biz hayırdır ya? Kim kandırıyor bizi, kim, kim, kim?
Sahra Hazal Kaleli ailesini, öğretmenlerini, iş arkadaşlarını hayal kırıklığına uğrattığını söylerken onların potansyelini boşa harcıyorsun dediklerinden bahsediyor. Potansiyel olarak nitelenen şey fen liseli olup, Türkiye derecesi yaparak ODTÜ’de elektrik elektronik mühendisliğine gelip ilk dönem çok düşük bir not ortalamasına sahip olması, mezun olduktan sonra güzide savunma sanayi şirketlerinden biri olan Aselsan’da başladığı işinden ayrılması. O üzerindeki yükleri görüp her ne kadar zor olsa da bunlardan sıyrılabilmiş olması, insanların beklentilerinden, kendisine verilmiş kimliklerden sıyrılabilmiş olması doğrusu gerçekten muhteşem. İçimdeki Ben’e mektuplar kitabı milyonlara ulaşmış durumda heralde. Peki ya kendisi nerede fark etti acaba bu yeteneği? Nasıl bunu yapmak istediğine karar verebildi? Bu noktaya gelebileceğini hayal ediyor muydu? Peki şimdi Acar Baltaş’ın dediği gibi çalışırken zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyor ve hiç yorulmıuyor mu? (üff şu an kendisi ile röportaj yapmak istedim) Tam o cümleden sonra Barış hocamın söyledikleri de gelmişti aklıma. Çalışırken hiç yorulmadığını, derslerin hiç yorucu gelmediğini söylerdi biz işlerimizden çok yorgun olduğumuzu ifade ederken. Ee bu bir soruyu daha çıkarıyor ortaya o zaman? Parlayacağımız alan bizim yaparken yorulmadığımız, yorulsak da kısa süre dinlenip geri dönebildiğimiz yerse yanlış yerlerde olabilir miydik? Peki kısa dinlenme süresi dediğimiz şey ne kadardır? Kişiye göre değişir mi bu kısalık? Bir yandan sorulara cevap bulduğumu zannederken öte yandan ardından beliren yeni sorular cevaplarımı ekarte edebiliyor. İlerleyelimm…
Küçüklüğümüzden itibaren her şey çok belirgin midir? İyi bir gözlem ile herkesin neye yatkın olduğunu bulabilmek mümkün müdür? Düzenli olarak potansiyel meselesi kafamı kurcaladıkça sorarım annemlere: “Küçükken neyde iyiydim? Bana bakınca bu çocuk ileride ne olur dediniz?” Elimizde bana dair hatırlanan daima kitap okumayı çok sevmem, hastayken dahi yatağımda kitap okumam. Böyle potansiyel mi olur? “Hayal gücün çok kuvvetliydi kızım” deseler aa falan olacağım, yok. Büyüyünce söylemeye başladılar hayalperest olduğumu. Bugüne bakınca yine de “evet ya diyorum bir çocuk küçüklüğünden belli oluyor.” Okumak dışında daha iyi bildiğim bir şey sanırım yok. Gerçi gördük onda da çuvallıyorum artık. Fakat merakım hep bir şeyler öğrenmek üzerine. Teyzemin bana paparazzi dediğini hatırlıyorum ilkokul yıllarımda ama nedeni hiç yok. Bununla beraber çok içime kapanık bir çocuk olduğumdan kimsenin iletişimsel bir şeyler yapmamı bekleme olasılığı da yok. Güneşim 12. evde. O kadar gizli ki isteklerimi hiçbir zaman kendim bile bilemedim. Gazetecilik tercih ettiğimde bile annem “sen çok içe dönüksün bir kere” dedi. Hala enerjimin tutmadığı, rahat hissetmediğim ortamlarda ve kişilere aşırı kapalıyım evet. Fakat sokakta daha ilk anda tanıdığım insanlarla derin sohbetlere girebilmem, hiç tanımadığm insanların bana dertlerini, en yaralı yerlerini göstermesi, içimde ortaya çıkan röportajlar yapıp insanları tanıtma isteği…Gezme, aktarma, paylaşma arzum…Bunları ben bile yenilerde fark ettim. Lise yıllarımda denize gittiğimizde ilham bekliyorum diye bir şeyler yazabilmek için didindiğimi hatırlıyorum. Yaşadığım şeyler karşısında konuşamayıp uzun uzun mektuplar yazdığımı da. Sevince de yazdım mesela, kırılınca da, üzülünce de. Bir yerde daimi olarak bırakmadığım iki şey aralar vermiş olsam da yazmak ve okumak oldu. Yaz tatillerinde saatlerce okuyordum yerimden kımıldamadan üniversite yıllarımda. Dağılan dikkat kitap okumamı da etkiledi. Fakat daha yavaş sindirerek okuma durumumdan da memnunum öte yandan. Hani şu saatlerce yapmak mevzusu var ya işte o yazmak olabilir evet. Belki aynı şeyi milyon defa anlatırım ama iki saat üç saat dört saat geçer ben hala günlük yazıyor olabilirdim. Küçüklüğümden beri görüştüğüm bir arkadaşım olmadığı için kendime dair bir şeyler soracağım kimse de yok haliyle. İlköğretim hayatı boyunca 4 okul değiştirmiş bir insanım, nasıl olsun. Burada araya minik bir anı da eklemek istiyorum. Yazın eşyalarımı yerleştirmek için evde düzenleme yaparken kolilerden birinde ilkokuldan bir arkadaşımın bana yazdığı mektubu buldum. Sadece yazılı notları yer alıyor. Kendi yazılı notlarını söyledikten sonra benimkileri sormuş :) Çocukluk be. Üff bu maziden bir çıkamıyoruz he.
Ah durun! Az daha unutuyordum. Şu hasta yatarken kitap okuma meselesi var ya işte o halen devam ediyor hayatımda. Geçtiğimiz hafta evdeki mikropcuğun beni de ele geçirmesi neticesinde yerimden kalkamaz bir hale gelmiştim. Elbette ki midemin top noktada bulandığı zamanlarda okumam her ne kadar mümkün olmasa da bir miktar daha iyi hissettiğimde ne zamandır tanışmak istediğim Ursula K. Le Guin ile tanıştım. Koşmak durumunda kalan ve robotlaşarak çalışmak durumunda kalan ben’e en başta yatmak çok sıkıcı gelse de sonra o kadar iyi geldi ki. Sahiden pazar günü bir mesaj alana kadar kendimi dinlenmiş ve rahatlamış hissediyordum. Kaç zaman sonra ilk defa o pazar günü açıp dizi izledim. İnsanın durmaya, dinlenmeye ne kadar ihtiyacı oluyormuş. Ee bu bir soru daha atar ortaya o zaman? Ama gerçi bu soruya en başta o potansiyelin çok aşikar olması mantığıyla bakarsak sormanın lüzumu yoktur (Ursula’nın doğum haritasının incelendiği o videoyu da buraya bırakıyorum. Çok beğendiğim için değil ama doğum haritasının bizde var olanları nasıl gösterdiğini örneklemesi açısından yer verdim. Mülksüzler üzerine ayrıca yazarım umarım bir gün)
Hani sormuştum ya “yoruluyorsak yanlış yerde miyizdir?” diye içimdeki korkulardan her ne kadar çalışmaya başlamakta çok zorlansam da çalıştığım zaman iyi hissediyorum kendimi. Bir arkadaşım bana benim de kendisi gibi olduğumu aslında zehirin aynı zamanda panzehir de olduğunu söylemişti. Yavaş yavaş kendi kendime anlatarak makale okumaktan da zevk alırdım. Literatür taraması yaparken ilgimi çeken çalışmalar oldu ve onlara ulaşmak da çok hoşuma gitti tezi yazarken. Çok çalışıyormuş hissettiğim zaman da bir keyif alıyorum, psikopatlık alameti. Fakat öte yandan okula gidip gelmek beni çok yorardı. Yorulmayan hiç kimseyi de görmedim. Tıpkı Barış hoca gibi 31 yıl öğretmenlik yapmış ve hala öğrencilerle çalışan babamdan da sanırım bu yorgunluk kelimesini duymadım hiç ya da şikayet, işinden dolayı. Yahu sorun bizlerde mi?
Şimdi aklıma geldi. Sayılarla da aram iyiydi benim. Küçükken kafamda hep hesaplamalar yapıyordum yatarken. Öte yandan her şeyi matematiksel görüp her türlü eğitime katılan matematik aşığı insanlar var ya onlardan da değilim. Olmak isterdim ama değilim. Yani benim durumum çok çelişik. Huzursuz Bülten’in bu haftaki yazısı da çelişkiler üzerineydi. Çelişkinin olmadığı bir hayat, yarım hayatmış (Jung). Benimki maşallah tastamam o halde. Sizde durumlar nasıl?
Sevgiler
Nurbik
Share this post