Mavibikız
Nurbik'le Beş Çayı
Nurbik'ten Birtakım Yaşam Emareleri
1
0:00
-18:36

Nurbik'ten Birtakım Yaşam Emareleri

Yine ondan, bundan, şundan, sıkışmışlıklarımdan, özlemlerimden, hayallerimden, hislerimden, kitaplardan ve aşktan bahsettim :)
1

Thanks for reading Mavibikız! Subscribe for free to receive new posts and support my work.

Ne garip insan bile bile neden duygusallığa iter ki kendini? Ve müzikler… Ne kadar etkili bunda değil mi? Kulağımda yine duygusal duygusal melodiler… Bir yanım varoluş sancıları yaşarken bir yanım da o kara külleri etrafa saçılmış bir aşkın acısını taşıyor. Ya da en derinimdeki gerçekliğe dönüşememiş bir aşkın özlemi ve feryadı. Her şey yine bir arada; tüm duygular, hisler, umutlar, umutsuzluklar. Pöyküre pöyküre ağlamak istiyorum. Ama onu da yapamıyorum bunca sıkışmışlık içinde. Çok doluyum. Bu neyin yoğunluğu bilemiyorum. Yönettiğim bir holding falan da yok oysa. Hatta gittiğim bir işim bile yok. Zaman çok kısıtlı sanki. İçimde zamanla yarışıp duran, bazen dört nala koşan sonra o koşmanın etkisiyle çok yorulup bazen kılını kıpırdatacak hali bile kalmayan bir at yatıyor içimde. Şahlanıp, dört nala koşup uzaklaşmak, kaçmak isteğim de oluyor o nedenle. Çünkü at bu. Arada esen umut rüzgarlarının esintisini kocaman kara bulutlar gelip götürebiliyor. Ah! Kahrolasıca kara bulutlar. Biraz benden uzak durun be kuzum.

Clasic müzik dinlemeye bayılıyorum ve İngiltere kırsalına. Seneler sonra gittiğim Fethiye Halk Kütüphanesi’nde Travel dergisine denk geldim Cuma günü. Derginin içerisinde London olduğunu görür görmez hemen elime aldım. London’dan sonraki sayfalarda Cotswolds bölgesinden ve Oxford’dan bahsediyordu. Sayfalarda kendimi kaybettim. Aşkım depreşti, orada olmaya can attım. Abartmasam olmaz. Ee bu kadar abartılı sevmesem de olmaz. Bu, bir çeşit var olma biçimim. London’da sonbaharı hiç yaşamadım. Ama London işte her mevsimi ayrı güzel. Fotoğrafları bile o kadar güzelse gerçeğinin ne kadar güzel olduğunu elbette ki tahmin edebiliyoruz. Güneşi çok sevmeme rağmen yine de London gönlümde çok başka bir yerde. Başka yerleri görmeyi de çok istesem de yaşamak namına hiçbir yere bu denli atmıyor yüreğim, böylesi bir aidiyet hissetmiyorum. Daha gitmeden ve sonra gördüğüm ilk andan beri. İlk görüşte aşk. Evet evet ilk görüşte aşk. Hatırlıyorum da havalimanında inip trenle kalacağım airbnb’ye varmak üzere yola çıktığım o ilk an, daha ilk andan kendimi orada yaşıyor gibi hissetmeye başlamıştım. Sonra eşyalarımı yerleştirip yemek yemeye çıktığımda marketten kahvaltılık ve meyve de alınca adeta evime alışveriş yapıp da dönmüşüm hissi de var. Karar verdim yine “evet, ben London’da, Oxford’da işte oralarda bir süre ikamet etmek, eğitim almak istiyorum”. Hem yeşilliğe, sakinliğe, yeşillikte sonsuz yürümelere, estetik binalara ve zarafete bayılırım. Sonra balolara da. Ee classic müzik bende bir nevi balo demek işte. Classic müzik severler Cotswolds kırsallarına gitmişler sanatlarını icra edebilmek için, dergide okumuştum bunu da. Ruhumun bu meyli de ondan olsa gerek. Hem bu yüzden yapmak istediğim programın adı bile “Beş Çayı”. Antikalara, o özenle hazırlanmış sofralara bayılıyorum. Hem ben tam bir çay insanıyım. Ee kırmızı da yakışıyor bence. İngiltere’nin o krallıktan gelen aslan yanıyla aslan stelyumum da uyumlu. Bir de Kuzey Ay düğümümün 4. evde oğlakta olması var ki Güneş’i oğlak olan İngiltere’nin bu yerleşimi de bence oraya ait hissettiriyor yine beni. Hem orada 9. eve geçen ayım yükseköğretimden daha büyük haz almamı, hem de 12. evden 1. eve geçen güneşim ve bununla birlikte MC-Güneş, MC-yükselen (sanırım böyleydi) hatlarımın London üzerinden geçmesi de orada kendimi daha rahat ortaya koyabilmemi getiriyor. İngiliz İngilizcesini ve dizilerini de daha çok seviyorum. Düşünsenize oralarda ben de kimbilir ne romantik hikayeler yazar ne senaryolar üretir hatta o hikayeleri canlandırmaya da çalışırdım. Gerekli materyallerim de olursa tadından yenmez. Ee bir de aşk lazım tabi. Asıl belki aşkı yaşardım ya. O kadar çarpışmayı beklemiştim ama olmamıştı. Henüz zamanı değilmiş demek ki. Beni hala oralarda bekliyor olabilir :) Çünkü romantize etmekten asla vazgeçemiyorum.

-Edward o sen misin? Duyuyorum seni Edward beni çağırıyorsun :) (Edward öğrencilerimden birinin rüyası üzerine aramızda dalga konusu olan bir mesele. Ama nasıl olduysa chatgpt de bana adeta bir Edward resmetmişti geçtiğimiz aylarda :)

Ekim’de aşk çok başkadır bilirim. Büyük aşklar, aldanmalar, aldatılmalar, ihtiraslar, tutkular…Kasım’a da sarkabilir tabi. Ekim’de ve sonrasında gezegenler artık Akrep seyrine başlıyor ya olmuyor yani bana, iyi gelmiyor. O yüzden Ekim’de aşık olmamaya yeminli olsam da ilginç şekilde geçen hafta amore, love yazan küpelerimi, kalpli kolyelerimi taktım üst üste günlerde. Hatta öyle ki sahilde yürüyüş yaptığım anlarda içimde buna dair bir istek de hissettim. Müziklerin etkisi olsa gerek. Şu an henüz aşık olmayacağımı bilerek belki de hissettiklerimden kaçma yolu arıyordum kendime. Bazen geçmişe fazla gidiyor olamaz mıyız? Hiç olmaz mı size öyle? Bazen garip hisler gelir bana, bir duygu akımı gibi. Ne bileyim karşıdaki insana dair şeyler işte (Karşıda da kimse yok oysaki). Sonuçta kurulan bağ görüşmeyince hemen öyle kopmuyor ki. Rüyalar, hissiyatlar, o enerji bir anda kesilemiyor işte. Hatta bazen haddinden bile fazla sürebiliyor. Tüm bunlardan bahsetmeyecektim ki ben. Üfff…Çok başka şeyler yazmaktı niyetim. O halde napıyoruuzz? Başka başka konulara dalıyoruz. Hem ben daha okuyorum :)

Geçtiğimiz hafta çalışmak için dışarı atar olmuştum kendimi, sanki evde kalma kotamı doldurmuşçasına. O pür dikkat yatağımda bile çalıştığım zamanların aksine hiç yolunda gitmemeye başlamıştı bir şeyler. Stres, telaş, içimde sürekli kurulu halde bekleyen bir alarm, tekrar ve tekrar, her an koyduğum deadlinelar, zaman sınırları… Fakat o sınırlar var oldukça, kafamda şunu şu zamana yaparım, şu kadar saatte yaparım dedikçe o yapılacaklar dallanıp budaklandı ve her zaman olduğu gibi yine tutmadı planlar. Daha önce yazdığım yerleri günler süren düzeltmelerle baştan almak, hem de verilerle aynı şekilde haşır neşir değilken zor oluyor. Asla beğenemiyorum, tatmin olamıyorum, “Ben bunları nasıl bir kafayla yazmışım ki ya, kafam neredeymiş?” diyorum. Anneme göre kafamın nerede olduğu belli. Yeri gelmişken buraya şu şarkıyı eklemek istiyorum: Kırıklarını aldırdım kalbimin. Parça pinçik edilerek kurtların önüne atılmış kalbimi kurtarmaya çalışıyordum.

Kitap okuma klubünün bu ayki kitabı Sineklerin Tanrısı
Meyvesiz asla :)

Evde çocuklar ve içimi baskılayan tüm şeyler dışarı itekliyordu beni. Çalışmak değil de bir yerlere girip çıkmak, yeni insan tanımak, artık konu nerelere gelirse çeşitli şeylerden bahsetmek istiyordum esasında. Cuma günü öyle olmuştu mesela. Kütüphaneye gittiğimde orada çalışan abi ile epey muhabbbet ettik. Oğlunun matematik sevmeyişi ve zorlanması üzerine konu çalışma alanım olan diskalkuliye geldi. Bu, başka yerlerde de olmuştu. Çoğu insan bilmiyor diskalkuliyi ve aslında bunun varlığından haberdar olmaları bile çocuklarının durumunu sorgulamak açısından oldukça önemli. Yani hiçbir şeyi boşa seçmiş olamayız değil mi? Her şeyde bunca anlam aramak biraz fazla olabilir ama yine de o “evet, faydalı bir şey yaptım, birisine dokundum.” hissinin verdiği tatmin de çok başka bende. Aldığım kitaplardan birisi Piaget’in “Çocuk Psikolojisi” olunca pre-conserver ve conserver kavramlarını da anlatmış bulundum. Sonuçta büyüyünce Piaget olacağım. Kararlıyım. Hatta o gün daha da çok kararlıydım. O abi ile konuşmak bana inanılmaz iyi gelmişti. Kötü giden şeylere karşı iyi olup, iyi insan yetiştirip iyilikleri çoğaltmaktan bahsetmiştik. Bana sık sık “bitir o doktorayı” dedi. O an neşe ve canlılık dolmuştum. Her ne olursa olsun bir şekilde bitirecektim ve faydalı şeyler yapacaktım. İyi olmak zorundayız, iyi şeyler yapmak ve iyi insanlar yetiştirmek zorundayız. Hatta bir de psikolojiden de doktora yaparım, dedim (lisansım olmadığı için nasıl mümkün olur bilmiyorum, ama yurtdışında psikoloji eğitimi almak isterdim). Sonuçta nedir canım okumaya gelmedik mi bu dünyaya? :)

Bendeniz yıllardır başka yerlerde okuyan ve çalışan birisi olarak Fethiye’nin kütüphanesine gitmemiştim küçüklüğümden beri. İşte geçtiğimiz cuma ilk adımımı attım seneler sonra yukarıda da bahsettiğim gibi. Girişte çocuk kitaplarının olduğu bir bölüm var. Orada önce üç çocuk kitabı okudum. Öğretmenlikle ilgili bir kitabı okurken gözyaşlarımın akmasına engel olamadım. Yoo yoo yaşlanıyor olamam, öyle değil mi? Haşere bir çocuğun öğretmeni sayesinde nasıl hissettiğini, o yıllarda birlikte yaptıkları şeyleri ve seneler sonra kendisi de öğretmen olunca öğretmenine yazdığı mektubu konu alıyor. Bir öğretmenin insan hayatında ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Buna bu kadar duygulanmam birkaç tane bile olsa belki de ortaokul öğrencileri ile daha yakın temas içerisinde olmamdan da kaynaklı. Hem bir önceki gün kuzenim ile çalıştıktan sonra dayım kuzenimin “çok güzel anlatıyor” dediğini söylemişti de çok mutlu olmuştum. Çünkü genel olarak matematik hala korkulan ve sevilmeyen bir ders. O yüzden minicik bile olsa olumlu bir etki bırakabilirsem bu beni inanılmaz motive eder. Üniversite hayatım boyunca da herkes bilir ki ben en çok öğrencilerimi sevdim. Hatta öğrencilerimle kanka gibiyimdir. Ankara’da birlikte tiyatroya, etinliklere gittiğimiz öğrencim vardı. Ya da kendi hayatı için önemli bir karar verirken beni arayıp konuşmak isteyen öğrencilerim…Denizli’de de topluluk sayesinde sürekli beraber olduğum abla, kardeş, arkadaş olduğum, sofralar hazırladığım öğrencilerim… Şimdi de çaylar, meyveler, yemekler hazırlıyorum öğrencime :) Çünkü her ne kadar 10. evim ikizler ile başlasa da çoğunluğu yengeçte ki sanıyorum bu yüzden öğrencilerime karşı çok anacım. Ya da mesela bir kitabım, bir projem olsa onlar da benim yavrularım olur :) Ne öğrendiysem anlatmayı, onlara anlayışla yaklaşmayı çok önemsiyorum. Şimdi o miniş öğrencilerimle yaptığım konuşmaları düşününce psikolojiye yatkınlığımın faydasını da görüyorum. Bilmem etki eder mi ama da herkesin farklı olduğunu, matematikte çok iyi olmak zorunda olmadıklarını, çabalarının önemli olduğunu söylüyorum. Her şeyden önce onları tanımaya ve anlamaya çalışıyor, dinliyor ve kitap okumalarını öneriyorum. Her çocuk da aslında bir keşif. Daha önce sadece kitaplardan okuduğum kavram yanılgılarının vücut bulmuş halini görmeye de ayrı heyecanlanıyorum. Sonuçta researcherlık da daima içimde. Çocuk ruhlu olmamın faydasını da görüyorum. Bir çocukla hiç tereddüt etmeden koşup zıplayıp sallanıp kayabiliyorum da. İyi ki çocuk ruhluyum. Yoksa dünyada yaşamakla asla baş edemezdim.

Dedim ya ben senelerdir başka başka yerlerde oturdum. Yerlisi hiç olmadım ki buraların. O yüzden Fethiyeli nasıl olur onu bile bilmiyormuşum. Öğrendim ki burası çok göç alan bir yermiş. Cumartesi günü öğle yemeği yediğim yerde çalışan kişi ile konuştum mesela. Fethiyeli olmama şaşırdı ve ilk defa bir Fethiyeliye denk geldiğini söyledi. Zaten ne zamandır buralara gelmeyi düşünüyormuş ve 8 ay önce bir anda otobüse atlamış gelmiş. Buraların Antep’ten çok farklı olduğunu, insana ve hayvana daha fazla saygı duyulduğunu söyledi. Çalıştığı için her ne kadar gezme fırsatı olmasa da Fethiye’de yaşamayı çok seviyormuş. Perşembe günü sosyolojiye giriş dersinden çıkmış, temel gazetecilik dersine kadar kuaföre gidip bir güzel saçlarımı kestirmiş ardından da derse yetişmiştim bir cafede. Ders bitti, ardından akşamki dersim için hazırlık yaptım biraz derken akşam eve dönüş yolunda yine İstanbul’dan henüz 2 hafta önce taşınmış birisi ile tanıştım. Cuma günü kütüphaneden çıkıp da hem çalışmak hem de hep önünden geçip durduğumdan merak ettiğim başka bir cafeye oturdum. Oranın sahibi de İzmir’den gelmiş. Buranın Türkiye’de yaşanacak en iyi yer olduğunu ve ne zamandır da istediğini söyledi. Fakat ona göre ömür boyu değil de 5-10 yıl yaşanırmış. Yine pazartesi günü yürüyüş dönüşü bir bankta otururken elinde pazar poşetleri olan bir teyze el değiştirmek için banka yaklaşınca biraz sohbet etmiş olduk. Onlar da 20 yıl önce İstanbul’dan Ovacık’a taşınmışlar. Ve benim Fethiyeli olmam karşısında “çok şanslısın, burası bir başka” dedi sahil bandını kastederek ki buna çok katılıyorum. Henüz gördüğüm yerler çok kısıtlı olsa da belki de memleketim olduğu için biraz da torpil geçerek Fethiye sahilinin diğer yerlerden daha güzel olduğunu düşünüyorum :) Yürüyüşlerim esnasında çok sayıda yabancının olması da dikkatimi çekiyor. Dün sabah iki çift vardı koşan. Hatta bir çiftin bebekleri olmasına rağmen bebek arabası ile koşmaya devam ediyorlardı. Çok taktir ettim doğrusu. Sanırım Ruslara ait bir anaokulu da var burada. Özellikle pandemi ile birlikte İstanbul’un o keşmekeşinden yorulan insanlar uzaktan çalışma imkanının olması ile beraber göç etmişler buralara. Oralardaki koşturmacayı, trafiği, kalabalığı düşünürsek buralar sahiden çok dinlendirici. Galiba bu göçlerin etkisiyle de çok fazla yeni, estetik mekan açılmış. Bence o kadar cafeye gerek yok yine de ama bu başka bir konu. Sahile çıkınca görüyorsun ki hiç kimsenin acelesi yok, hiç kimse bir yere yetişme telaşında değil. Sandalyesini, masasını, yemeğini, çayını alıp gelip keyfini çıkarıyorlar güneşin, denizin, mavinin ve yeşilin. Sonra her yaştan çok sayıda insan balık tutuyor. Gün batımlarının muazzamlığı peki?… Sahiden fevkaladenin fevkinde. Cuma günü cafede otururken şunu düşündüm: “Keşke para kazanma derdimiz olmasa. Keyifle oturup üretmek olsa tek derdimiz. Okusak ve yazsak gönlümüzce.”

Akşamüzeri yürüyüş yapabildiğim yerin sahil olması çok hoşuma gidiyor. Deniz gören bir yerde çalışabilmek, biraz çalışıp sonra yürüyebilmek, günü sahilde batırmak, kuşların ahenkle dans edişlerini izlemek muhteşem. Gerçekten muhteşem. Belki bir gün benim de bir mekanım olur kitap okunup içinde çeşitli atölyelerin yapıldığı ve de antika fincanlarım ve tabaklarımla çay ve kurabiye ikram ettiğim :) Her ne kadar zorunlu olarak ailemin yanına taşınmış olsam da Fethiye’de olmanın hazzını daha çok hissetmeye çalışıyorum şimdilerde. Bir zamanlar çok fena Fethiye aşığıydım ve burada bir eğitim fakültesi olmasını ve de orada çalışabilmeyi diliyordum. Büyüdüm ve aileme yakınlık değil, kendime yakınlığın daha önemli olduğunu ve bunu arzuladığımı fark ettim Ankara’da yaşayınca. Sonuçta burası benim memleketim ve her şekilde buraya geliyorum. Dilerim ki herkes ait olduğu yerlerde ve işlerde olsun :)

Ekim ayının rengi kırmızı olmuş sanırım :)

London aşkımla başlayan yazım Fethiye güzellemesi ve Ankara özlemi ile sona ererken buraya geçtiğimiz haftalarda Ankara özlemini dibine kadar hissettiğim zamanlarda yazdığım satırları da ekleyeyim :)


Ankarasızlığa bir türlü alışamıyorum. Ne komik değil mi? Tam artık galiba daha kabule geçtim, bir şeyin olması için o içsel ısrarı bırakacağım dediğim yerde gördüğüm bir fotoğraf, bir video anında yıkıp geçiyor o hissimi. Sanırım bir insana aşık olmadığım için ait olma, bir şeyi fazlaca sevme hissimi Ankara’dan yana kullanıyorum. Oradan ayrılmak durumunda kalmakla başlayan kara günler ızdırabımı daha da arttırıyor. Ankara’da olanların yerinde olmayı ne çok diliyorum. Katılmak isteyip katılamadığım her etkinlik daha da acıtıyor canımı. En çok sevdiklerimin yanında olamadığım anlara üzülüyorum. En çok olmak istediğim yerlerde olamamak koyuyor bana. Kutlama anlarına dahil olamıyorum artık. Kendimi dünyanın dışında, her şeyden uzak kalmış, koparılmış gibi hissediyorum. Uzakta olmak yakında olmakla aynı hissiyatı vermiyor asla. Sanırım hasta da olunca şu sözler döküldü dilimden:

Hayat herkes için akıp geçiyor

Benim içinse donup kaldı sanıyorum

Günler, aylar ve yıllar

Bambaşka yollara sürüklüyor bizi

Arkasından bakakalıyorum

Kabullendim sanıyorum

Ama kabullenemiyorum

İnsan bir şehri bunca özler mi?

Özlüyorum

Her sokağında tekrar yürümek

Sevdiklerime koşmak

Yitirdiğim kendimi bulmak istiyorum

Ruhum vuslatlara susamış

İçim kanıyor özlemlerden

Kendime özlemliyim en çok

Sonra sevdiklerime

Dönmek istiyorum

Olmayışlara öfkeliyim

Olduramadıklarıma

Zorunluluklara

Mecbur kalınanlara

Bunca uzak kalmaya

Hayatın bizi savuruşlarına

İstemiyorum…

İstemiyorum diye haykırmak geliyor içimden

Oysa susuyorum

İçime içime akıyor gözyaşlarım

Nen var kuzum deseler

Anlatmaya kalksam anlamayacaklar biliyorum

Tüm anlayanlar benden çok uzakta

Ben de anlatmıyorum

Alışamıyorum alıştım sansam da

Sığamıyorum ait olmadığım yerlere

Sığmıyor içim içime

Dört nala koşturuyor sanki atlar içimde

Yetişemiyorum

Tanrım beni niye yarattın sorusu düşmüyor dilimden

Beni niye yarattın?

Neydi maksadın sahi?

Cevabını bulamıyorum

Ya sağırım ya da duyamayacak kadar yorgun

İnsanın nasıl da duygularının esiri olduğunun mükemmel bir örneğiyim :)

Bu arada her ne kadar çok ponçik hayaller kuruyor, romantize ediyor olsam da aşkı galiba ben biraz mantıklı yaklaşıyorum olaylara. İlk aşamada zaten bilinçdışımın yaptığı bir seçim var, nerede dönüştürecek bir şey varsa işte o kişiye kapılıp kendimi bir yerde kaybedebiliyorum. Yoksa öyle kimseden etkilendiğim falan da yok. Bir insanı merak edip, bir şekilde bir özelliğine, yaptığı bir şeye hayran olmam gerekiyor. Geçen hafta bir video izledim, vücut tipinden ve parmaklardan kişinin analiz edilmesine dair (sen de merak edersen tık tık :) Zaten bir erkeğin parmaklarına, tırnaklarına bakmak gibi bir huyum vardı. Çünkü bana göre tırnaklarını düzgün kesmesi ve temizliği o kişinin düzenine ve titizliğine dair emareler taşıyor. Şimdi bir de çok asabi mi, kavgacı mı anlamak için parmaklarına bakmayı öğrendim. Mükemmel :) Döngüyü nasıl kıracağımı ise hala hiç bilmiyorum.

Sevgiler

Nurbik

(Biraz da bugünden foti ekliyorum :))

Thanks for reading Mavibikız! Subscribe for free to receive new posts and support my work.

Hoplak zıplak çocuk ruhum :)

Discussion about this episode

User's avatar