Aslında başka başka şeyler yazmaktı niyetim. Zaten ne zaman şunun hakkında yazayım desem o an başlamazsam hatta bazen başlasam bile bir süre sonra okuduğum, gördüğüm, yaşadığım bir şeyin etkisiyle başka bir şey yazmaya başlayabiliyorum. Yine öyle bir an. Hiç ölüm yoktu mesela aklımda. Yaşam üzerine bir şeyler yazmak isterken hayatın başka bir yönü gelip çarpıverdi yüzüme aniden: Ölüm. Pazartesi akşamı gün batımının muhteşemliğinden büyülenmiş şekilde eve dönüp de o hislerle sanatçı buluşması olarak nitelendirdiğim - daha doğrusu Sanatçının Yolu’nda öyle adlandırılmasından yola çıkarak-anların fotoğraflarını instagram hesabımda paylaştıktan sonra bir haber aldım. Erdinç Hocam aniden vefat etmiş. “Ne demek? Nasıl? Ya iki gündür ondan bahsediyordum ben de.” cümleleriyle boğuşa durayım hala idrak edemedim. Videosunu ve fotoğraflarını gördükçe damlaların pıt pıt gözümden düşmesine engel olamıyorum. Hem kendisinden ders alabildiğim hem de dersinin asistanlığını yapabildiğim için çok şanslı sayıyorum kendimi. En son uzatma aldığım savunma jürisinde yani 20 Eylül 2023’te görmüştüm kendisini. Destekleyici cümleler söylemişti bana. En çok da onun cümleleri bir şey yapabildiğimi, ilerleyebildğimi hissettirmişti, “o beğendiyse olmuş demek ki bir şeyler o zaman” diyebilmiştim. Bu cümleleri yazmak bile oldukça zor oldu. Şimdi bir gün bu son anda tamamlanamayan sürecimi tamamlama fırsatına erişirsem göremeyeceği için bile çok üzüldüm. Entelektüelitesini, insanı yüreklendirici, motive edici cümlelerini, bilgisini, duruşunu çok beğeniyordum. Bir akademisyen nasıl olmalı sorusuna örnek olarak gösterebileceğim birisiydi. İnsan kabullenemiyor. Ölüm nasıl kabullenilir ki hiç bilemiyorum. Sanki yaşıyor gibi. Bunun gerçek olmamasını, yeniden hayata dönebilmesini o kadar çok istedim ki. Ani olan her şey insanı daima daha çok etkiliyor sanırım. Ölümle ne yapacağımı bilmiyorum. Onu nereye koyacağımı, nasıl göreceğimi…Hayatta en çok korktuğum şeylerden birisidir sevdiğimi, yakınımı kaybetmek. Bu bir döngü billiyorum. Fakat doğumun gerçekleşmesindeki sevinci ölümle neticelenen bir hayat için yaşayamıyoruz işte ahiret inancımız olsa bile. Mevlana ölüm gününü Şeb-i Arus yani düğün günü/gecesi, “Hakk’a vuslat”, “Yaradan’a kavuşma” olarak nitelendirmiş. Ne var ki ben o mertebede değilim. Hala benim için biraz karanlık bir yer ölüm. Soğuk ve karanlık. Puslu ve karanlık bir manzarası var. Belki de kavuşum gününe hazırlıklı olamamaktan. Depresyonun verdiği yetkiyle hayat oldukça anlamsız gelse, ölmek istesen bile insanın bir yanı demek ki yaşamak istiyor. Bununla beraber aldığın bir ölüm haberi de hayattaki bu koşturmacanın, bunca stres ve dert edinmenin nedenini sorgulatıyor. Madem öleceğiz tüm bunlar niye? Yanısıra öleceksek anlamsız bir hayat yaşayıp gitmek de olmaz gibi duruyor. Peki biz bunun dengesini nasıl bulacağız? Öleceğimizin bilincinde olarak yaşadığımız müddetçe anlamlı bir hayat da sürdürmeyi nasıl başaracağız?
Özge Orbay 2022’nin sonunda yeni yıldan önce “Bırakmanın Gizemleri” isimli mektuplar göndermişti 5 gün boyunca. Bırakmak için tutunmayı, tutmayı anlamak gerektiğini söylemişti ilk mektupta. Ölümsüzlük…Bir eser bırakma, öldükten sonra da hatırlanma, estetik operasyonlar aslında bir nevi ölümsüzlük isteği değil mi? Ya da dünyada insanların her şeyi yapabilmek için gücü elinde tutmaları. Ölümsüzlük kavgası gibi o da. Tanrıcılık oynuyor birileri. Bu ölümsüzlük isteği bende var mesela. Öldükten sonra yaptığım, bıraktığım şeylerle hatırlanmak istiyorum. Gözle görünür olmasam da bir eserim olsun ve öldükten sonra da faydam devam etsin. Belki de çok ukalaca bilemiyorum. Hayat doğum, yaşam ve ölüm döngüsünden oluşsa da kabullenmesi neden bu kadar zor? Belki ölümü de doğum gibi kucaklamayı hiç görmediğimizden. Bunu nasıl öğreneceğiz peki? Clarissa P. Estes Kurtlarla Koşan Kadınlar’da hayat-ölüm-hayat döngüsünden bahseder. Ölüm aslında ruhumuzun bedenden ayrılarak yaşamın sona ermesi değildir sadece. İçinde yas barındıran her şey bir ölüm değil midir? Özge Orbay da hayatta sadece nihai ölümlerin olmadığından, işin, eşin, mesleklerin, şehirlerin değişmesinin, hatta çocukluğun bitip de ergenliğe geçişin bile bir bitme, sonlanma olduğundan bahseder. Tüm bu sonlanmaları kabulle karşılayıp, duygularımızı yaşayıp, yeninin heyecanına yer açabilmek ise ne kadar zor. Yazmaya başlarken konunun buralara geleceğini hiç tahmin etmemiştim. Sabah sayfalarını yazarken hayat-ölüm-hayat döngüsü zihnimde dönüp duruyordu oysa ki. İşte Özge Orbay bu her biten şeyle beraber yeniden doğabileceğimizi, ama tutunduğumuz için, çünkü doyamadığımız için yeniden doğamadığımızı söylüyor. Ayrılmak istemiyoruz çünkü o insana ya da şehire doyamadık, işlevini tam olarak yerine getirmemiş olmalı ki tutunup kalıyoruz. Belki dünyada da yeterince yaşayamadığımızdan bu ölmeme arzumuz. Geçmişte, gelecekte, türlü düşünceler içinde bir türlü doyamıyoruz. Bir şeylere doymaya izin vermediğimiz için de tutunuyoruz. Bize iyi gelmeyen insan, şehir ya da işi bırakamıyoruz, bırakamıyoruz da bırakamıyoruz. Ölmeyi göze alamıyoruz, kabullenemiyoruz ki yeni bir doğum olsun. Bak bu da hiç beceremediklerimden. Vazgeçmek ve bırakmak... Her ne kadar nihai bir ölüm olmasa da bu sene ölüm üzerine ölüm yaşadım ben de. Şimdi bir de üzerine nihai ölümler ekleniyor…
Eylül hep hüzün mevsimi gibi gelir küçüklüğümden beri bana. Bir içim sızlar, güneşin etkisi azalır, bir serinliktir hafiften esmeye başlar. Mevsim kışa hazırlanıyordur çünkü bilirim, yapraklar sararıp solacak ve dökülecektir nihayetinde. Doğa neşesini ve cıvıltısını yitirmek üzeredir. Karla kaplı romantik sahneler ya da usul usul yağan yağmuru izlemek, toprak kokusu, battaniye altı film saatleri… işte bunlar güzeldir de ya fırtınalar, kararmış bir hava, içine dolan buz gibi hava onlara ne demeli? Yazdaki o sosyalleşme, dışarıda olma hali içe dönmeye bırakır kendini. Biz de yavaşlarız mevsimle beraber. Doğada olan bu döngü sirayet eder bize de. O sararan yapraklar doğada muhteşem gözükür oysa ki. Ankara’ya da çok yakışır mesela sonbahar. Onu ayrı severim. Yine de bir içim burkulur. Kardeşim ve babamın da öyle. Aileden gelen de bir şey sanırım. Tatilden çıkıp okula, çalışmaya dönmenin de zamanıdır Eylül. Belki onun da stresi ve o denizli, neşeli günlerin ölümü gibi…Onda bile oflamıyor muyuz bazenleri? Yapraklar dökülmeyeceğim ve ölmeyeceğim demiyorlar, zamanı gelince dökülüyor ve ölüyorlar. Sonra bahar gelince yenileri çıkıyor, yeniden yeşeriyorlar. Bizse direniyoruz ve tutunuyoruz sımsıkı, her şeyin gelip geçici olduğunu bilsek de, bu ömrün bile. Çok zor insan olmak, sahiden çok zor. Bu yazıyı hazırlarken bir bloktan bir yazı okudum. Leylek bir yavrusu uçamayınca, yaralanınca onu yuvadan atmış, ve bunu gören küçük kız uzunca bir süre affedememiş o leyleği. Hayvanlarda da ölüm doğal bir döngü ve kolay kabulleniliyor demek ki. İnsan olmayı nasıl kabul ettik bilemiyorum. Aklımız yerinde miydi acaba?
Kafam hocama gidiyor yeniden. Öğrencileri, çalışma arkadaşları olarak bizler bile bu kadar üzülürken bu ani vefata, ailesi ne haldedir kim bilir. Düşünmeden edemiyorum. Hele de insanın kaç yıldır birlikte olduğu hayat arkadaşını kaybetmesi… İnsan nasıl yaşar ki onunla olan anılarının olduğu o evde artık onsuz? Düşüncesi bile kahrediyor beni. Ne zaman annem ve babamın vefat edeceğini düşünsem içim daralır, kalbim sıkışır hemen. Şimdi size bir anımı anlatacağım ölümle yakınen tanışıklığıma dair. 2016 yılında bir kongreye katılmak üzere Trabzon’a gitmiştim. Tıpkı annemin kardeşimi Köyceğiz’e götürürken-ilk oraya atanmıştı ve oradan bir ev kiralamışlardı, annemler de onunla beraber gitmişlerdi- neden ağladığını bilmeden ve fakat sanki evden uzun süre uzak kalacağını hissetmesi gibi ben de hiç gitmek istememiştim Trabzon’a ve içimde tarif edemediğim bir sıkıntı vardı. Kongrenin ilk günü, kardeşimin de Köyceğiz’deki sekizinci günüydü ve bir kaza geçirmişti. Muğla’ya sevk edilmişti ve benim o an hiçbir şekilde gidebilme şansım yoktu. O gece yaşadığım o çaresizliği, içimdeki sıkıntıyı tarif etmem mümkün değil. Yoğun bakımla orada tanıştım ilk ben. Tıpkı filmlerdeki gibi o yoğun bakım odasına girip kardeşimle konuşmuştum ve o da sanki beni duymuş gibiydi. Ben ölümün o soğuk yüzüyle ilk defa o zaman karşılaştım işte. Sevdiğini nihai olarak kaybetme korkusuyla ilk defa o zaman burun buruna geldim. O yüzden beklenmedik, ani şeyler karşısında insanın neler hissedebileceğini, neler yaşayabileceğini az çok biliyorum. Tüm bunları yazmak kalbime hiç ferahlık getiremedi. Uzunca bir süre rüyalarımda hastane görmüştüm o sıra ve etkisinden kurtulamamıştım. Anlaşılan hala içimde etkisi oldukça büyük kardeşim her ne kadar yaşıyor olsa da. Birebir temas ettiğin insanların bu dünyada artık nefes alacak bir anlarının dahi olmaması oldukça acı verici. Eylül sahiden de hüznünle geldin :(
Şimdi artık paylaşılmaya başladıkça vefatı ve de hocayla olan anılar gözyaşlarıma hakim olamaz hale geldim. Bir insanın birçok kişi tarafından böylesi hatırlanması, ardında yetiştirdiğin, dokunduğun binlerce öğrenci, öğretmen olması muazzam. Ülkemiz için de oldukça büyük bir kayıp vefatı. Ne söylesem, ne yazsam acımı ifade etmede yetersiz kalacak. Ondan almış olduğum Design Research derslerinden birisinde kafama kurdele şeklinde bandana taktığım için “Nur Banu ne takmış kafasına?” demişti. Hatta daha dün işte bunu yazmıştım bir storymde. Hitabeti çok iyiydi hocanın. Sakin bir şekilde tane tane çok güzel anlatırdı. Büyük bir dikkatle dinlediği zamanlar çok da iyi dönütler verirdi. Ailesi ile zaman geçirmeye önem vermesi, kitap okuması, film izlemesi ve öğrencilerine de konuya uygun şekilde bunlardan bahsetmesi büyük saygı duymama neden olmuştu kendisine. Öğretmenlerin kendisini geliştirmesine yönelik önerileri, öğretmenliğe bakış açısı ufuk açıcıydı. Hayatın içerisinde sadece çalışmıyordu, bir akademisyen olarak zaten katkısı oldukça büyüktü fakat bununla beraber ailesine de önem veriyor, kendisini başka alanlarda da besliyordu. Bence olması gerektiği gibi gerçek anlamda bir akademisyendi bu yüzden. Hayatımızın sonuna kadar bizimle birlikte yaşayacak, daha onu kimbilir kaç kere anacağız. Ve bu ölümle beraber ardından öğrencilerinin onu güzel anışlarını gördükçe “bir şekilde ben de bitireceğim” dedim, ve “mümkün olursa ben de öğrenciler bırakacağım” ardımdan. Bu ölüm beni çok derinden sarstı. Sanırım anlamlı bir hayat yaşama isteğimi de anlamlı bir hayat yaşayarak pekiştirdi hocam.
Dün öğlen yemeğin ısınmasını beklerken pencereden dışarıya bakıyordum düşünceli düşünceli. O esnada tam da bu resimdekine benzer iki kelebek gördüm kaygısızca büyük bir hafiflikle uçan. O an “acaba bu kelebekler ne demek istiyor bana?” diye düşündüm. Tırtıldan kelebek olur ya bir değişim ve dönüşüm barındırıyor içinde sanki. Bir de doğum ve ölüm. Zaten Mısır mitolojisinde, ölüm ve yeniden doğuşu simgeleyen kelebekler, Yunan mitolojisinde özgürlük ve aşkı, Roma mitolojisinde ise özgürlük, güzellik ve değişimi simgeliyormuş. Yani mesele özünde yine aynı yere bağlandı: Hayat-ölüm-hayat döngüsü.
Bilir misiniz Kolera ve Sagopa’nın Monotonluk Maratonu şarkısını? Orada “büyümek istemiyorum annem babam yaşlanır” sözleri yer alıyor. Büyüdükçe daha iyi anlıyorum bu dizeleri. Büyümenin en acı yanı sanırım bu. Sen büyüdükçe sevdiklerinin de büyümesi (yaşlanması bile diyemiyorum). Ve o büyümenin getirdiği ölüme yakın olma telaşı…Oysa sıralı ölüm diye bir gerçek yok. Allah sıralı ölüm versin duasının yanına ani ölümler vermesini de eklemek gerek. Çok üzgünüm. Ve şu bir gerçek ki bugün vefat eden kişi kalbimizi çok kırmış birisi bile olsa ardından onunla olan güzel anlarımızı hatırlayacak ve yine de çok üzülecektik. İnsan ölüm karşısında bir de kalp kırmanın, tartışmaların, çekişmelerin, hırsların gereksizliğini ve sevdiklerine daha sıkı sarılma, onlarla güzel anılar biriktirme gerekliliğini anlıyor. Ama yine de burası dünya. Ve biz insanız işte nisyandan yani unutmaktan gelen.
Dilerim sevdiklerimizle güzel, mutlu, hatırladıkça içimizi ısıtacak anlarımız bol olur.
Sevgiler
Nurbik
Seni çok çok iyi anlıyor ve sabır diliyorum. Ben de bu sene 2 yakın arkadaşımı kaybettim. Bi tanesi çok taze oldu, hatta intihar etti. Bu süre zarfında ben de birkaç kez öldüğümü söyleyebilirim. Hani böyle içim çürümüş ve her şeyin anlamını kaybettiği günler ve saatler çok yaşadım. Buna rağmen hayata daha kökünden tutunmak gibi bi refleksif düşüncelere girdim. Özellikle intihar eden arkadaşımdan sonra. İnsan böyle şeylerde nasıl tepki vereceğini, ne düşüneceğini sağlıklı şekilde yapamıyor ilk zamanlar. Zaman her konunun ilacı derler ya işte. Her geçen gün beynim yaşananları bir yere oturtma çabasını eninde sonunda başarıyor ve hayat devam ediyor. Bu insanların yasını hayatım boyunca tutacağım, bu yasları asla bastırmayacağım. Çünkü hep aklıma gelecekler biliyorum. Hayat ve ölüm hep yanyana aslında, eğer bunun bilinciyle yaşayabilirsek, daha derin, kendimizce manası olan bir hayat sürdürebiliriz gibi geliyor. Bilmiyorum ya her şeye rağmen ölümle barışabilmek kolay değil. Bunun için çabalıyorum ama zor. Son birkaç yıldır anne ve babamın kardeşlerimin öldüğünü, öleceğini ve hayatın nasıl olabileceğini hayal etmek kendimi alamıyorum. Paylaşımın için teşekkürler. Bana da iyi geldiğini söylemeliyim. Hem de içimdikleri bi nebze dökmüş oldum. Sevdiklerimiz aslında ölmüyor. Uzay-zamanda sadece geride kalıyorlar. Biz ise, daha ilerlemeye devam ediyoruz. Yani kasedi geri sarsak hala yaşıyorlar aslında 🤍 çok sevgiler ve sabırlar tekrardan.