Selam herkes,
Nasılsınız?
Uzun zaman sonra biraz yazmayı deneyeceğim. Dolunay beni derinden etkiledi. Zaten mevcut melankolik halim dolunayla birlikte zirveye ulaştı. Sizin hiç hayatın anlamsız geldiği, hiçbir şeyden tat alamadığınız, her şeyin üstünüze üstünüze geldiği, işlerin giderek kötüleştiği ve yaşama ve geçeceğine dair bütün umudunuzu kaybettiğiniz günleriniz oldu mu? Muhtemelen olmuştur. Barış İlhan’ın “Yetişkinlerin Buluğ Çağı” isimli bir kitabı var. Bu kitapta önce doğum haritasının ne demek olduğu, evler, burçlar ve gezegenler bir miktar anlatıldıktan sonra ilerletme tekniklerinden, ardından gezegen döngülerinden ve de son olarak hayattaki kriz dönemlerinden bahsediliyor. Çok akıcı ve anlaşılır bir dille yazılmış bir kitap. Okumak için üst düzey bir astroloji bilgisi de gerekmiyor bu nedenle. Esasında hayatı ve insanı anlamak isteyen herkes okuyabilir bence. Her neyse işte 35-44 yaş dönemi aslında bizler için büyük bir dönüşüm ve kriz dönemini ifade ediyor, yetişkinlerin buluğ çağı diyebileceğimiz dönem. Çünkü bu dönemde gezegenlerin hepsinin bir hareketi var, krizli diyebileceğimiz kare açılar mevcut. Hem de hepsi tek tek kare açı yapıyor. İşte benim bir süredir bu karelerim, karşıtlarım oldukça aktif. Nerdeyse bütün transitler haritamı etkisi altına almış. Bir de sade sati diye bir dönem var. Aslında bu Vedik astrolojide kullanılan bir terim. 7,5 demek. Satürnün doğum haritanızdaki ay burcundan önceki burca geçişiyle başlayıp ay burcundan sonraki burçtan çıkışıyla beraber sona eriyor. Satürn her burçta 2,5 yıl kaldığı için bu süreç 7,5 yıl yapıyor. Bu dönemin de yine oldukça zorlu olduğu, bunalımların, depresifliklerin, hayattaki zorlu şeylerin çok olduğu söyleniyor. İnanır mısınz sade sati dönemindeyim de. Kitapta çizdiğim yerlere buraya not alabilmek için göz gezdirirken şu cümleler dikkatimi çekti;
“Progress ay karesi ise duygulara yeteri kadar özen gösterilmediğini, geçmişe ait, bilinçaltındaki sorunlarla uğraşılmadığını hatırlatır. Bu dönem oldukça zorlu bir dönemdir. Genellikle bir kişilik bunalımı olarak yaşanır. İnsan karamsarlaşır, kendine güveni azalır. Bugüne kadar oluşturduğu yapı anlamsız ve yetersiz gelir. Sevgiye, şefkate gereksinim vardır, ancak bu içsel hesaplaşamada bunu vermesi de, alması da güçtür. Bir yabancılaşma, toplumdan uzaklaşma süreci başlar. Bu süreçte insan gittiği yönü sorgulamaktadır. Dünyanın yükü omuzlarına yüklenmiş gibidir. Bu psikolojik olarak böyle hissededeblileceği gibi başka olaylar ve insanlar kanalıyla da hissedilebilir. Örneğin, iş hayatında sorunlar yaşanır. Patronla sürtüşmeler olur. Eğer gittiğimiz yön yanlışsa işten atılabiliriz veya ayrılabiliriz. Eğer doğruysa mücadele etmemiz gereken birçok konu vardır, ama sonunda biz daha fazla güçleniriz. Özel hayatımızda kavgalar, anlaşmazlıklar başlayabilir. Eğer gelişimimize engel bir ilişki sürdürüyorsak ayrılabiliriz. Yok eğer ilişkimiz özünde bizim için olumluysa, bu tatsız dönemden sonra değeri artar. Ebeveynlerimizle sorunlarımız olabilir. Onların sağlık problemleri ile uğraşabiliriz. Bu uğraşı esnasında onlarla çok sık beraber oluruz ve uzun zamandır göz ardı ettiğimiz, çocukluğumuza ait sorunlar yeniden canlanır. Şimdi bu etkileri Jüpiter örnekleriyle birleştirirsek, büyük beklentilerle başladığımız yeniliklerde çeşitli tersliklerle karşılaşabileceğimizi anlarız. Örneğin önemli bir fırsat gibi görülen iş teklifi kof çıkabilir. Orada karşılaştığımız ortamda rahatsız olabiliriz. Başlagıçta bizi güzel ve değerli hissettiren yeni aşk hikayesinde aldatılabiliriz.” (İlhan, 2021, s. 158)
Çok hoş değil mi?Siz de okurken beni gördünüz mü? Hani toplumdan uzaklaşma diyor ya-progress ayım da yengeçte zaten natal haritamda da ay koçta olduğu için o da kare açıya doğru gidiyor-gerçekten kendimi çok soyutladım, çok uzaklaştım sosyallikten, insanlardan. Zaten Fethiye’de hiç arkadaşım yokken kiminle ve bu sıcaklarda nasıl sosyalleşeceğim? Yazmak dışında kimseyle konuşmuyorum da. Artık anlatmak, paylaşmak nerdeyse hiç içimden gelmiyor. Üzerime derin bir yas ve kocaman siyah yas elbiseleri geçirilmiş gibi. Yukarıda yazanların tümünü yaşadığınızı düşünsenize. Ben işte yaşadım…Hayatımda ilk defa altından kalkamıyorum. Beynim bir suyun içinde yüzüyomuş gibi hissediyorum çoktandır. Böyle gelmiş bir sis kaplamış, o esnada birisi gelip elimi kolumu bağlayıp olaylara müdahale etmemi engellemiş, bir şeyler oluyormuş da ben o bana geçirilen kalın kalın halatlardan dolayı kımıldayamıyor sadece uzaktan izliyormuşum gibi. Bir gemideymişim de gemi batmış, ağır yaralanmışım ve karaya vurmuşum da çaresizce iyileşmeyi bekliyormuşum gibi. Sahiden böyle hissediyorum.
Şiirlere düştüm ben yine bu süreçte. Bir de nostaljik müziklere…Duygularım için alan açmaya çalışıyorum böylece. Acılarımı doya doya yaşamaya. Acını doya doya yaşamak demişken bir anda" “kekremsi bir tadı olmalı.” ifadesi beliriverdi dilimde. Sahi bu kekremsi ifadesi nerede geçiyordu? İşte buradan Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “beşinci mektup” şiirini hatırladım. Eskiden bu kadar anlamlı gelir miydi bilmiyorum ama da şu an okuyunca o kadar anlamlı ve bir o kadar da hazin geliyor ki bazı cümleler. Mesela;
Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık.
Aradıklarının çoğunu bulamamış,
Beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak
Göçüp gidiyor bu dünyadan.
İşte yaşamak maceramız bu.
Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak
Ve yaşayıp beklerken ölmek!
Bir insan için çok hazin değil mi bu? Boşa geçmiş bir ömür gibi. Olmak istediklerini olamamış, yapmak istediklerini yapamamış, yanında olmak istediklerinin yanında olamamış. Sahi o zaman niye yaşıyoruz ki? Kendimize ait olmayan bir hayatın içinde debelenip durmanın ve bununla beraber bunca zahmete katlanmanın ne anlamı var? Ah biliyorum oldukça melankoliğim bu günlerde. Ama aksi nasıl mümkün olabilirdi? Pazar günü babamın eski öğrencilerinden birisinin abisinin düğün yemeğine gitmiştik. Zaten o gün heyheyleri üzerinde olan ben kalabalık içinde kendimi çok tuhaf hissetmiştim. Vardım ama yoktum gibi, bedenim ordaydı ama ruhumu yanıma almayı unutmuştum, o çok uzaklardaydı. Kendisinin nerede olduğu hakkında bir fikrim yok doğrusu. Beni terk edeli çok olmuş gibi geliyor. İşte yemekte otururken şu dizeleri yazdım ben de:
Ruhum çığlık atıyor kalabalıklar arasında
Maskeler ardında insanları tanıyamıyorum
Ah! Zorunluluklarla sarmalanmış bir dünya
Kendi olamayanların ve zorunluluklara sıkışıp kalmışların derdini taşıyorum
Renklerim giderek soluklaşıyor
Tıpkı betim benzim gibi
Konuşuyorum ama duyulmuyorum
Söylüyorum ama anlaşılmıyorum
Varım ama yokum
Kafamın içindeki bir dünyada yaşıyorum
Bir bir kopuyor bağlantım dünyayla
Her geçen gün uzaklaşıyorum
Görüntüler ve sesler silikleşiyor
Duyamıyorum
Du-ya-mı-yo-rum
Hiçbir şey olmamış gibi davranamıyorum
Dert etmeden duramıyorum
Dünyayı kurtaracak değilim
Kendimi dahi kurtaramıyorum
Evet yavaş yavaş ölüyorum
Sonra dün akşam birden aslında çoktandır yorgun hissetmiş olmanın verdiği duygularla beraber “Biraz Yorgunum” şiiri geldi aklıma.
Biraz yorgunum,, kavgaları birikiyor insanın!
Her uzvundan ayrı ayrı taşıyor acısı zamanla!
Yaşımdan yorgun, yaşımdan telaşlıyım bugünlerde!
Kaç yaşındayım sahi saymadım, bilmiyorum!
Belki kırklarımdayım belki otuzlarımda!
Belki de doksan sene yuvarlandım bu dünyanın sırtında!
Hiç bilmiyorum! Hayat taviz vermediği hızı ve kavgasıyla akıp gidiyor!
…
Her uzvundan ayrı ayrı taşıyor acısı zamanla!
Yaşımdan yorgun, yaşımdan telaşlıyım bugünlerde!
Kaç yaşındayım sahi saymadım, bilmiyorum!
Belki kırklarımdayım belki otuzlarımda!
Belki de doksan sene yuvarlandım bu dünyanın sırtında!
Hiç bilmiyorum! Hayat taviz vermediği hızı ve kavgasıyla akıp gidiyor!
…
Sabah sayfalarımı yazarken sıklıkla çok yorgun olduğumdan dem vuruyorum. Yorgunum sahiden. Renklerimi, neşemi, canlılığımı, umutlarımı kaybettim. Var mıyım yok muyum emin değilim. Var olmak gibi yok olmanın da bir hikayesi olmalı değil mi?Gece şiiri dinlerken öğrendim ki aslında şiir Erdem Beyazıt’a ait değilmiş. Yedi Güzel Adam dizisinde seslendirilmesi nedeniyle öyle zannediliyormuş. Şiir dizinin ilk senaristi Şilan Avcı’ya aitmiş aslında. Şimdi bu bilgiyle de ne yaparsanız yapın artık. Ve sonra bugün yazmaya başladığım sabah saatlerinde dilimde Sevgim Acıyor dönmeye başladı. Bu şiiri hep çok severdim hep de çok anlamlı gelirdi. Siz ne dersiniz bilmiyorum ama da ben Kerem Fırtına’nın seslendirmesini de seviyorum.
Bugünlerde Uranüs’ten çokça bahsediliyor galiba. Uranüs ani, beklenmedik gelişmeleri anlatır ve tıpkı elektrik çarpması gibidir. Sizce de hayat çok garip bir hale bürünmedi mi? Pandemiden beri hissettiğim hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı. Olmuyor da. Her şey aniden oluyor. Elektrik çarpmışa döndüm ben şahsen. Çok düşünüyorum biliyorum o kadar çok düşünüyorum ki beynime ağrılar giriyor. Evde olduğum şu zamanlarda bir şeyler de fark etmeye başladım. Başarısızlık korkum olması, bu kadar bir şey olmak istemek, yetersiz hissetmem çok normalmiş diyorum. Bu düşüncelerimi sesli bile dile getirebiliyorum bazen. 2 hafta önce annemle bir anvelop etek diktik. Etek kalıbı bulabilmek için annemin eski kalıplarını döktük ortaya. Annem neler neler yapmış meğer eskiden. Ee sonra bir yerde bırakmış. O an kendimi gördüm. Çok şey isteyip, yapabildiği bir şeyler de olup onu ilerletmemiş ya da ilerletememiş. Ve sonra haksızlık…Aile boyu haksızlık yaşama karmasına sahipmişiz gibi. Babamı da daha iyi anladım sonra. Sanki ruhum onlara garip bir söz vermiş gibiydi. İlk çocuk olmanın laneti olabilir mi bu? Her şeyi bu kadar yüklenip, tüm döngüleri ben kıramam ya. Seninle Başlamadı diye bir kitap var bilirsiniz. Bugünlerde 2. sezonunun gelmesi ile tekrar popüler olan Zeytin Ağacı dizisini de. Ben inanıyorum bu geçmişten, atalarımızdan bir şeylerin bize aktarıldığına. Desteksizlik hissim mesela. Dedemin dedesi Meis’ten gelmiş. Birisiyle evlendirilmiş ve ikisi de genç yaşta vefat edince dedemin babası öksüz kalmış. Ve hep şey derdim benim aşık olduğu kişiye kavuşamamış bir atam var. Hala var olduğuna güçlü şekilde inanıyorum. Zeytin ağacı demişken şöyle bir cümle geçiyor orada “Ruhumuzun zaten bildiği şeyleri birisinin söylemesini isteriz.”
Aslında ruhumuz o kadar iyi biliyor ki her şeyi. Kimin doğru, kimin yanlış olduğunu, içimizde yanan o ateşi…Ama da bazen belki de çoğu zaman korkularımızın, kaygılarımızın sesinin daha yüksek çıkması nedeni ile içimizden yükselen o sesi duyamıyoruz. Yolumuzu kaybediyoruz. Ve sonra olaylar üzerine olaylar yaşıyoruz. Gezegenlerin kabahati yok. Bu arada Uranüs, Neptün ve Pluto aslında bizden üstte bir gücün de olduğunu hatırlatır bize. Yani yaşananlara engel olmamız namümkündür. Ruhumuzun bilmesi, iç ses demişken de yine Barış hocamın kitabında şöyle bir ifade yer alıyor: “Herkesin hayatında farkında olduğu veya olmadığı, ama mutlaka ulaşmak istediği bir nokta vardır. Bu nokta herhangi bir şey olabilir. Bunun ne olduğunu insan ancak içindeki sesleri dinler, kendisini tanırsa bilebilir. Çok az sayıda dahi olsa bazı şanslı insanlar çocuklukta bu noktayı saptamış ve ona doğru yönelmişlerdir. Büyük bir çoğunluk içinse yaşam bu noktayı bulma serüvenidir.” (İlhan, 2021, s. 129). Bu serüvende herkese kolaylıklar dilerim.
Sözlerimi yine Zeytin Ağacı’nda duymuş olduğum bir cümle ile bitirmek istiyorum:
“Bazen iyileşmek için o kadar telaş duyarız ki o derdin bize neyi fısıldadığını duymayız.”
Sevgiler
Nurbik